Türk Tiyatrosunda 12 Eylül Darbesini Okumak

12  Eylül  faşizmi  nelere  damgasını  vurmuştur?  Toplumun  önünde  durması  muhtemel aydınlar, sanatçılar hangi  kartopuna katılan olmayı tercih ettiler?  Oynayanları  belli, yönetmenleri belli, kurgusu bilindik ortak diliyle yaşamın sahnesinde hangi komediler sahnelendi?

Yılmaz Onay, politik sanattansa sanatın özünde politik olması gerektiğine ilişkin tezlerin kıyısında durup aynaya bakar. Binlerce çağdaşıyla paylaştığı aynalarda bir teslim oluşun ortak dilini yakalar. Bir zamanlar TİP, DİSK, İKD, DEV-YOL gibi yapıların içinde tiyatro için devinen eylemci siluet, gün gelir açık oturumların  pasif  olduğu  için  alkışlanan  gönüllü  hücre  adamı  kimliğine  dönüşür.  Düzen  kendi korugan yapısını dayatmaktadır ve tüketim toplumunun alıcısı bu konformizme dünden razı, onu baş tacı  yapmaktadır.  Sanki  yüzyıllardır  bunu  istiyor,  bunu  bekliyordur.  Makyajını işkencesiyle tazeliyor, evini hücresinden kuruyor, özgürlüğüyle zihnini parlatıyor. Onay’ın Hücre İnsanı (1992); workshop  yapacağını  açıklayan  hücre  insanının  seyircilere  siyah  göz  bantlarını  dağıtıp  onlarla birlikte bir doğaçlamaya girişmesiyle başlıyor. Yönetmen o. İpuçlarını dağıtarak onlara bu eylemde nereye  gideceklerini  söyleyecek ve  onlar  kendi dünyalarına,  geçmişlerine,  zihinlerine  bakarak yollarını çizecekler. Aslında kurgu baştan belli. Çünkü onun da bir yönetmeni var.

“Biliyorsunuz, tiyatro  workshopları uluslararası  destek görüyor  artık, hele üstün  ulustan olanlar ve ulusunu yitirmişler için  bulunmaz fırsat, çünkü  bu workshoplarda her  ulustan insanlar  doğaçtan  yaratışla  tüm  insanlığın ortak  dilini  arayıp  buluyorlar.  Harika  hiç izlediniz mi? Ben izledim. Müthiş! Katılanlar hep Uzakdoğu tekniklerinin ortaklaşa taklidini, modern kramplar  içinde yapmaya  çalıştıklarından aynı  dehşet sesleri  çıkıyor hepsinden hareketler bile aynı (Onay, 1994; 54)”.  

İpuçlarına göre ilerle! 
1. Zincir takmış resmi araçlar.  
2. Çantada iddialı bir metin, Kültür Komisyonu Başkanlığı’na gidecek.

“...bizim  sonumuz  belirsiz,  durumumuz  ciddi,  anlasanıza,  oyun  değil,  sürüyor,  boşuna
workshop yapmıyoruz,  her an  bir  darbe... ve...  yok olup  gitme... düpedüz...  küçük  yani...
(Onay, 1994; 59-60)”.     

Garip bir hücre. 5. ipucuna geldi yönetmen, yataklı, büyük, temiz, modern ve bir gözetleme deliği bile  var. Sanki  bir apartman dairesinde  misafir ediyorlar oyuncumuzu.  Hücreye kadar göz bandıyla geldi ama burada açılıyor gözleri. Burada rahat, tanıdığı, tanıyacağı hiç kimse yok, kendi dışında ve kimse de korkmuyor o buradayken kendisinden. Ehlileştirilmiş ve dört duvar ardında bir sığınağa  itilmiş. 6.sı;  yalnızmış  hücresinde. Ne hüzün verici  ve bunaltıcı  bir yalnızlıktır  modern insanın yalnızlığı.  Topluma yabancı, kendinden bile uzak, ortak bilinçten habersiz insanın yalnızlığı.
Geçmişini bir el çabukluğuyla silip rafa kaldırmış, geleceğe bakışında duvarlara çarpıyor. Sorular soruluyor,  yalnız sorulduğunda  yanıt  ver. 7.  ipucu. Demokrasinin  bir  kuralı. Dünyanın  bildiğini söylemende sakınca yok. Daha fazlasına cüret etmemeli hücre insanı. Neyi anlatmasını isterlerse ona yanıt  verecek.  Suç  listesi  kabarık.  Bir  tezgâh  var  bu  işte.  Şimdi hücresi  değiştiriliyor,  onlara istediklerini vermedi. Yataksız, daracık bir hücreye kondu. Workshopa ayakta devam. Uyumamalı insan. Uykuda workshop mı olur? Bilinç sıfıra indiğinde eylem senin değil, başkalarının eylemi olur ve  sen  yitip  gidersin.  Basınçlı  soğuk  su,  Filistin  Askısı.  İşkencelerden  geçiriliyor,  No  tiyatrosu tekniklerine yaklaşılıyor. İçinden geldiği gibi bağır. Kim duyar seni? Yılmaz Onay’ın oyunu, bilinç akışı tekniğiyle yazılmış. İki zaman birbirine eş, girift bir yapıda ele alınıyor. Şüpheli tarihçi elinde bir metin gözaltına alınıyor, zamanın aydını açık oturum metnini onaylatıyor. Tarihçi gözleri kapalı bir  hücreye  atılıyor.  Zamanın  aydını odasının  içini turluyor.  İkisinin  de  dışarıda  gözleri  kapalı, duvarlar içinde açık. Asıl yalnızlıklarına burada kavuşuyorlar. Burada emniyetteler. Ama bu onların değil, başkalarının emniyeti. Düzene uyarlarsa modern hücreleri olacak ikisinin de. Zihinleri ancak sorulara  yanıt verecek  genişlikte olmalı.  Yanıtlar bilindik,  şık ve  zarif olmalı.  Sistemin silahları karşısında boyunları  kıldan ince.  Bir yanda tarihçi  işkencelerden geçiriliyor,  diğer  yanda aileden kurulu minyatür toplum modelinde aydın bunu tehdit edecek her şeye karşı evcilleştiriliyor.

Çıkış yok. Öncesiz sonrasız bir zaman içinde çaresizce deviniyorlar. Biri öncü ama ardında kim kalmış?

“Gözümüz  niçin  kapatılmıştı?  Onu  nasıl  unutacağız?  Evet  şimdi  açık,  ama  şimdilik  ve
burada. Ya  kapıya geldiklerinde?  İnanmayanlar bunu  açıklasın bana! Açıklasın!  Hemen!
Her an!.. (Onay, 1994; 65)”.

Düzen bekçileri piyonların,  polislerin  onu öldürmeye  niyetleri yok.  İstekleri onaylanmak. Bireyce  onay  almak.  İşkencelerini,  sözde  işleyen  demokrasilerini  sürdürmek  için  onay  almak.
Döneme ait işkence kurbanı Yılmaz Onay’ın Hücre İnsanı’nda can bulmuştur. Gözü bantlı olarak  geçtiği yollardan hücresine dek sesler dışında bir şey duymayan, kimseyi görmeyen bir adam vardır sahnede.

“En ufak bir noktalarının bile görünmesinden, yani sonra, en ufak biçimde teşhis edilmekten
böylesine  korktuklarına  göre,  sorgunun nasıl  yapılacağı  belli  (Onay,  1994;  58)” 

diyen  Adam oyununu  teslim  etmeye  giderken  yakalanmıştır  ve  işkencelerden  geçmiştir:  Tazyikli  su,  Filistin askısı, dayak, elektrik ve bir türlü alınamayan ifade. İşkence bir kez daha canlandırılır sahne üstünde.

“Anladınız…  üstten  bileklerin  bağlanışını hissedin  öyleyse… Alttan,  ayağınızın altındaki
alınacak… Alındı bile…Bu, en  ileri demokrasinin  teknoloji ihracı besbelli… Niye  Filistin
Askısı diyorlar? Kutbun biri.. penise… Penisin varlığını unutmuştuk… Bağlandı… (Onay,
1994; 74)”.  

Onların  ortak  bir  dilden  kasıtları  ortak  bir  boyun  eğiş  olsa  gerek.  Onay’ın  80  sonrası kimliksizleşme politikasının sonucunda bundan payını almış olanları irdeleyen oyunu Hücre İnsanı; aslında tuzağa düşürülmüş bireyin trajedisidir. Onun başkaldırısına kaynaklık eden düzen, araçlarını
süsleyerek yeniden  onun önüne  sürer ve  birey bu  görünüş karşısında  silahlarını  bırakır. Kendine pencerelerle ışıklandırılmış, güvenlikli duvarlar edinir, bunun ortasında modern, konforlu mekânlar yaratır, kendini bir yaşam boyu buraya hapseder. Gözlerini dış dünyaya kapatır. Hindistan’da Sih’ler, Afganistan’da mücahitler, Kuveyt’te Sabah ailesi,  Suudi  Arabistan’da boynu satır  altında olanlar, satırlar, Brezilya’da çocuk yiyenler, Türkiye’de şefler göz bandının altından görünmez olurlar. O bir konferanstan  diğerine,  bir  kanaldan  ötekine  koşarak  kendisini  topluma  kazandıranların  yüzünü Türk Tiyatrosunda 12 Eylül Darbesini güldürür. Müstakbel bir eş ve uygun bir iş edinir, her akşam düğmeye bastıkça karanlığa gömülen hücresine geri yollanır. Her şey olağandır, etrafta hiçbir iz yoktur. Kimliksizleşme, devlet eliyle suçu meşrulaştırma ve huzur.
Artık öyle bir dünya ki; parmağında oynattığı on iki Yeltsin’i yan yana görmeye hazırdır.
Herkes birbirinin aynı, her şey birbirinin tekrarıdır. Devlet eliyle işkence biçim değiştirmiş, sistem onun yerine fark ettirmeden insan yiyici sorgu yargıçlarını yerleştirmiştir. Yaşamıyla birebir örtüşen göstergeleriyle bu inanılmaz tersine dünyaya tanıklık, Yılmaz Onay’ın gerçekle kurguyu tek kişilik bir oyun mantığı içinde can yakıcı, durup düşündürücü, sarsıcı biçimde verme başarısındaki başlıca etkendir. Aslında aydının sözlerinde kendi seslenişine rastlarız: 

“Sevgili  dostum Pinter,  kızacak belki  bana, ama  o anlayamaz,  haklı ya  da Resmi  Tarih
filminin sevgili yönetmeni...  Onlar hala işkenceyi birkaç  vahşinin sadist  zevklerini tatmin
etmesi sanıyorlar... oysa durum bu işte, her şeyin bir mantığı var, anlamaya çalışmalılar...
şimdi  bizim  konuşmamızı  isteyenler  –bekliyorlar  mı  hala-  demokrasi  koruyucuları!  Ya
gelecek olan başkaları? (Onay, 1994; 68)”.   

Zihin  duvarlara  çarpa  çarpa  suçu  tarif  etmektedir.  Eylemi  yaşamdan  defetmiş  insanın, kabarık bir suç  dosyası olan dünya  karşısındaki  mutluluğunu yargılar. Oyun  boyunca  karanlık ve aydınlık kavramlarına, karşıt mekanlarda  zıt  anlamlar yükleyen göz  bandı, oyun sonunda  aydının
katıldığı açık  oturumda gözlerine  yapılan  makyaja dönüşmüştür.  Medya, sistemin en  güçlü aracı olarak dünyanın haberlerini her gün böylesi göz bantlarıyla toplumlara sunan spikerleriyle şov yapar.
Bir zamanların  düzeni değiştirme isteği  karşısında en adi  işkencelerden geçirilmiş öncüsü  günün alkışlananına dönüşürken aynada gördüğüne  şaşkınlık ve  gururla bakar. Güdümlü sanat  galerileri neyi resmettiğini bilmeyen gözü bağlı ressamlarla doludur. Aslında –ki bu son ipucudur- galerinin tüm  duvarları  zaten  boştur.  Yani  resmin  çerçevesi  zaten  o  galerinin  tümüdür.  Sanatsal  üretim başkaldırısını  törpülemiştir.  Sistem  cicili  bicili  kendini  satış  araçlarıyla  her  şeye  damgasını vurmuştur. Aslında politika, felsefe, sanat hepsi aynı tanrının hizmetindedir. Ve insan; bir köşede yürümesi için verilecek ipuçlarını beklemektedir.

“...ipucu  yarışmaydı,  yürümenin keyfini  çıkarma... yürüyorduk  da... bir  anda ne  yaptılar bize?  Hepimize!  Tüm  dünyaya!  Kaçalım  öyleyse...  sekizinci  kata,  herkes  kendi  katına... kapanalım! Kapadık arkamızdan. Göz deliği de kapalı. Merdiven boşluğunu bile unutalım. Bizbizeyiz  gene...  ve...  rahat  rahat bakabiliriz  kendi  kendimize.  Küçükken, siz  de  oynar mıydınız, birbirinizin gözünün içine bakmayı? Gülmek yok derdik (...)
Öyleyse:  Bakmak  yok...  Bakmak  kaybolmalı...  Kazara  gözler  birbirini  tam  içinden yakalamışsa...  hemen  kaçırmalı.  Çünkü  birbirimizin  ipucunu  biliyoruz:  Derinden,  daha derinden bakabilmek... ne görüyoruz? Çekinmeyin, söyleyin, evet, ben itiraf edip imzalamaya hazırım, görüyorum: KORKU! (Onay, 1994; 86-87)”.  

80’li yıllarda 12 Eylül’e açıkça olmasa da dokundurmalar yapan oyun yazarlarından biri de Karagöz’ün Muamması ile Yılmaz Onay olmuştu. Onay Karadul Efsanesi’nde (1991) ise baskı, zulüm  ve  zorbalık  karşısında  insanın  hallerini  yazar.  “Örümceklerin  baş  düşmanıysa  gene bir örümcektir” dediği Karadul simgesi ile zorba düzene başkaldırır. Bu tek kişilik oyunda 80 İhtilalına ve gerekçelerine göndermeler yapılır.

“Hak ve özgürlükler serbest piyasa gibi en insani niyetlerle, bazı  inatçı  örümcekleri  yiyip- pardon  –bazı  totaliter ırkları,  yaşamaktan  kurtarmışım, çok  mu?
(Onay, 1994; 27)”

diye sorar seyirciye. En iyi yönetim biçiminin halkı bölmek, ayırmak olduğuna işaret eder.

“Açgözlülük, bölücülük, yok olma tehlikesi midir bu sefalet, ey yuvarlak kafalı Çuk halkı?
Nedir bu baskı, bu sömürü? Sömüren kim seni? Ezen kim? Korkunç bir düşman bu, koynunda beslediğin:  Sivri  kafalı  Çik  ruhu!  Senin  kamını  emen  bu  Çik’ler!  Ülkedeki  sefaletin,
bölücülüğün tek suçlusu! İşte bunu gören ben, Angelo İberin, fakir zengin demeyip tüm halkı yepyeni bir ayrımla bölmeye andiçtim: Çik’ler ve Çuk’lar! Bundan böyle Çuklar arasında açgözlülük,  ayrımcılık  yasaktır.  Her şey  Çik’lere karşı  Çuk’ların olacaktır  (Onay, 1994;
26)”.   

Ancak sahnede “değişim” altındaki insanla  anlatılan olaylar, bir  simgeler ve göndermeler yığınıdır. Onay’ın oyunları tiyatrodan çok siyasal okuması olan edebi metinler olarak durur. Onay’a göre 12  Eylül tiyatroya  aktarılamamıştır, çünkü kendisi hala  netlik kazanmamış bir  muammadır:

Tiyatromuz 12 Eylül’ü yeterince anlatamadı maalesef. Anlatamazdı da. Çünkü bir kez 12 Eylül’ün engellemeleri devam  etmekte,  ardı arkasına  yasaklanan  oyunlara ve  asıl  önemlisi  de yasaklama gerekçelerine bakın, yeter (Onay, 2008; 4).

 

Yazan : Banu Aytek AKIN - Dokuz Eylül Üniversitesi

Tarih : Ocak 2017 - Sayfa 17-18-19-20
Yazı kaynak linki: https://turkishstudies.net/DergiTamDetay.aspx?ID=11899

 

Bu yazıyı PDF formatında okumak için tıklayınız.

 

Ana Sayfa       Yaşamı       Yapıtları       Yazıları / Söyleşileri       İşçi Kültür       Hakkında Yazılanlar / Anılar       Galeri       İletişim